7 Şubat 2011 Pazartesi

Gerçek Bir Yaşam Kesitine Farklı bir Gözden Bakış

“Elizabetha”
 * * *
Bukle bukle saçları rüzgarın esintisiyle geriye doğru savruldu. İçine düşen korku, mantıklı düşünmesini gölgeliyordu. Kasabanın tepeye kıvrılan yolunun bittiği yerde, çiftliğin hemen önündeki kuş bakışı manzaralı çimenlik alanda oturuyordu. Sisli yolun gerisinden hızla bir şeyin kendisine doğru gelmekte olduğunun farkına varmış ve yolun göremediği noktasına odaklanmıştı. Kalbi, duyabildiği tüm seslerin üzerine bir çığ gibi inmiş; kulağında, beyninde, etrafında her yerdeydi. Her nefes alıp verişinde tüm benliği de soluduğu havayla birlikte bir içe bir dışa hareket ediyordu. Sislerin ardından, uzun, kambur ve dev bir gölgenin kendisine doğru geldiğini seçebildi. Korkudan bedeni kilitlenmiş, kalkıp kaçabilme yetisini kaybetmişti. Ürkek bir hareket ve beceriksiz bir acelecilikle sağ elini kaldırıp istavroz çıkartmak istedi. Ancak bir güç elini havada yakalayıp bastırmış, hareket etmesini tamamen engellemişti. O an kendini o kadar çaresiz hissetti ki, Tanrı’ya sessiz bir yakarışla kurtarılmak dileğinde bulundu. Gölge, kıvrımlı yolu aşıp bütün heybetiyle göz hizasına gelmişti ve genç kadın haykırarak sesini duyurmaya çalıştı.
 * * *
“Lily, uyan! Lily uyan! Rüya görüyorsun.” Kocası endişe ve hayretler içerisinde, doğduğundan beri Romen dilinden başka bir dil bilmeyen karısının sayıklayarak Kelime-i Şehadet getirişine tanıklık ediyordu.

1938 yılı sonbaharıydı. Sert bir kış yaşanacağının belirtileri günden güne daha belirginleşiyordu. Elizabetha 19 yaşına henüz basmıştı. Romanya’nın Macaristan sınırında Transilvanya’nın bir orman kasabasında doğmuştu. Komşu çiftlikte tanıştığı ve yıllar sonra yakınlaştığı şimdiki kocasıyla, birlikte olduğu 2 yıl öncesine kadar, çocukluğu koyu Katolik Hıristiyan kurallarla yoğrulmuştu. Vefatına kadar anneannesiyle doğduğu dağlarda, daha sonra da  (1932) Romanya’nın Karadeniz kıyısına bakan kesiminde 5 yıl kadar annesiyle yaşamıştı. Tıpkı ataları gibi cesur ve maceracı bir ruha sahip olduğunu annesinin yanında keşfetti; 2 yıl önce, hayatının akışını tamamen değiştiren bir eylem gerçekleştirerek bunu kendisine ve çevresindekilere kanıtlamış oldu.

Bitip tükenmez serüveni 5 yıldır komşusu olan bu gence aşık olmasıyla başladı. Ailesinin ağır baskı ve itirazlarına rağmen, aşkı baskın gelmiş ve kendisinden 16 yaş büyük kocasıyla sonu bilinmez bir maceranın tam kucağına atlamıştı. Kocası, ataları Romanya’ya yerleşmiş bir Yörük Türkü’ydü. Müslüman’dı, ancak farklı kültürlerle yaşamışlığının verdiği geniş bir dünya görüşüne sahipti ve Elizabetha’nın farklı dini inançları olmasına rağmen, onun inançları dahil herhangi bir geleneğini değiştirmek aklının ucundan dahi geçmezdi. O, Elizabetha’yı her şeyi ile olduğu gibi kabul etmişti.
Şimdi kollarının arasındaki bu genç kadın, kendi kendine ve hıçkıra hıçkıra Kelime-i Şehadet getiriyordu.  

Elizabetha ıslak gözlerini araladı. Gözlerinde korkuyla karışık bir şaşkınlık vardı. Birkaç saniye kadar beyninde asılı kalan bu korku, kocasının güven verici bakışlarına kenetlendiği andan itibaren yavaşça dağılıp gitti.

İki kasabalı, çok özel bir şeyin kendilerine verilişini kutsar gibi birbirlerini sevgiyle kucakladılar. 1 yaşına henüz basmamış oğulları havadaki titreşimlerin farklılaşmasından tedirgin olup uyanana ve beşiğinde kımıldanmaya başlayana kadar da öylece kaldılar.  

Ertesi sabah Elizabetha ve kocası Mersin,  görülen rüyanın yorumu için kasabanın camisine koşup, Müslüman topluluğun ruhani lideri olan, aynı zamanda kültürlerin iç içe yaşadığı bir toplumda son derece dengeleyici bakış açısıyla saygınlığını arttırmış imamını bulup rüyalarını yorumlamasını istediler. İmam, anlatılanları dinledikten sonra “Mersin, oğlum, Elizabetha kendiliğinden Müslüman olmuş durumdadır, bu bir mucizedir ve şimdi sen onu hayatın boyunca üzmeyeceğine söz vermelisin, zira o çok özel ve iç güzelliğe sahip bir kişidir” dedi. Mersin canından çok sevdiği karısını hiçbir zaman üzmeyeceği için hemen orada söz verdi.

Elizabetha kocasının ölümünden sonraki yıllarda onu her anışında “Rahmetli çok iyi bir insandı ve beni hayatı boyunca hiçbir zaman üzmedi” dedi. O yıldan itibaren Müslümanlık dinini kabul etmiş ve gereklerini kendince yerine getirmişti.

Sevgili Elizabetha, tıpkı babası ve hatta dedeleri kadar cesur ve maceracıydı. Aile ağacının geçmişe uzanan dallarında Skoda’nın kurucu yatırımcıları gibi girişimci ruha sahip aile bireylerinden, ülkeler değiştirip kendine yeni yaşam alanları bulanlarına, kontların şatolarında şarap uzmanlığına başvurulanlarından, Orta Avrupa’nın Kelt kültürüne mensup okült bilimcilerine kadar farklı niteliklerde, ama hepsi de kendi alanlarında cesur ve maceraperest bireyler yer alıyordu.

Elizabetha hiçbir zaman Katolik Hıristiyanlığın aşılamış olduğu o “ölene dek birlik ve kabulleniş” ilkesinden vazgeçmedi. Ancak atalarından gelen bazı baskın özellikleri de benliğinde barındırıyordu; böylece meraklılığı ve cesaretini atalarından miras almışken, çocukluğundan itibaren aldığı eğitimle girmiş olduğu çevreyi hemen kabulleniveriyor, ortama çabuk adapte oluyordu; hem de tutucu Katolik çevreden beklenmeyecek bir şekilde! İnandığı, benimsediği bu yaşam biçimini, ölene dek kocası ile birlik olarak, onun yanı başında yaşadı. Kocasının vefatından sonra da birlikte yaşamını paylaştığı diğer aile bireyleriyle aynı yaşam felsefesini gütmeye devam etti.
Hayatını etkileyen kararlar alırken, cesareti ve maceracı ruhu ona ataları gibi ülkeler aşırttı, din değiştirtti, farklı medeniyetlere kök salmasını sağladı.

Elizabetha’nın ruhunun, geçmişinin en aktif özelliklerini içinde barındırması ya da başka bir deyişle, o hep konuşula gelmiş yaşam felsefesinin, genlerinde taşıdığı şekilde biçimlenmesi kaçınılmazdı. Bu doğuştan gelen edinimlerin, yaşam biçimine dönüşmek üzere, sonradan edinilen karakterlere tutunup yeniden vücut bulması doğası gereğiydi. Bu, tıpkı genetik çeşitlilik ile canlıların maddesel evrenin gelişimine katkıda bulunması ve devamlılığı sağlaması gibi, yaşama dair düşüncelerin de evrimleşerek farklı bir boyuttaki düşünsel gelişimi meydana getirme içgüdüsünden kaynaklanıyordu.

İki farklı bireyden kopup gelen genler, yeni dölde bir maddesel çeşitlilik meydana getirirlerken, aynı zamanda insan yavrusunda oluşturdukları yapılardan doğan yaşamı yorumlama kabiliyeti,  onun oluşumundan itibaren kazandığı yeni karakterlerle birleşmek suretiyle, yeniden şekillenip farklılaşmaktaydı. Bu Elizabetha’nın sınıfta herkesin aldığı öğretiyi diğerlerinden farklı bir şekilde yaşam felsefesine yerleştirmesinin temel nedeniydi.

Newton’un hareket kanunları çerçevesinde tanımladığı ve doğanın temel yasalarından biri olarak kabul görmüş olan maddenin doğası, biyoloji biliminin cansız olarak nitelendirdiği oluşumlardan en karmaşık yapılı canlısına kadar,  ortak bir eğilim gösterir;  aldığı her etkiye bir tepki verecektir. Verdiği tepki, çevresinde bir etki oluşturacak ve oluşan bu etkinin ulaştığı canlı cansız tüm maddesel oluşumlar, aldıkları tepkiye kendi sistemlerinin elverdiği bakış açısı (felsefe) ya da yorumla yeni tepkiler doğuracaklardır. Maddenin bu etki-tepki prensibiyle, evreni oluşturan maddeler arasında bir çeşit iletişim biçimi doğar; etkileşimler ve tepkimeler şeklinde doğan bu zincirleme reaksiyon bir anda evrenin sonsuzluğuna yayılıp gider.

Bir önceki oluşumun verdiği tepki, bir sonrakine yapılan etki konumundadır. Bu döngüsel iletişimde; ortaya çıkan etki ve tepkinin niteliklerinin, maddenin sistemindeki gelişmişlik derecesine göre değişkenlik göstereceği varsayılabilir. Bu varsayım; etki ve tepkinin çeşitliliğinin, maddenin evrim yeteneğinden kaynaklandığını ortaya koyar, aynı zamanda maddeyi bizzat değiştiren-geliştiren bir güce sahip olduğunu da düşündürür.  Bu öyle hızlı olur ki, çevremizde ve kendimizde meydana gelen sürekli devinim ve bundan doğan değişimi fark edemez ve kendi zamanımızda, bu çeşitliliği zaten hep ordaymış gibi kabul ederiz.

Bu nedenle bir olaya verdiğimiz bir reaksiyon, aynı olaya başka bir zamanda verdiğimiz reaksiyon ile birebir aynı olmaz. İki zaman arasında sayısız etkileşim ve tepkime doğmuş, bunun sonucu olarak maddesel dönüşümler gözle görülebilirlikten çok uzak bir süreçte hali hazırda gerçekleşmiştir.

Biz bu değişimin maddesel sonuçlarını, bazen çok farklı bir zamanda fark edebiliriz. Çoğunlukla bizi etkileyecek kötü sonuçlarını fark etme eğilimindeyizdir, çünkü insan egosu kendisinde meydana gelen iyi nitelikli değişimlerin kendi doğasında hep var olan özellikleri sonucu olduğunu kabullenme eğilimindedir; zamanı ve yeri geldiği için sergilenmişlerdir ve bunun sonucu maddesel değişim gerçekleşmiştir.  Ancak açıklayamadığımız bir değişim söz konusuysa bu mucizevi bir şeydir ve yine Allah’ın sevgili kulu olduğumuz için bize bahşedilmiştir.

Kötü sonuçlanan değişimler ise, başka olayların etkilerinden doğmuştur; genellikle bu etkilerin ne olduğu konusunda da bazen ilgisi olmayan varsayımlarda bulunulur ya da “kader” damgası vurulur.

Elizabetha’nın gördüğü rüya, gerçekten din adamının dile getirdiği gibi bir mucize miydi? Mucize ise neden gelip Elizabetha’yı bulmuştu? Allah onu bir dinden diğer dine geçmesi için neden zorlamıştı? Yoksa gerçekte Elizabetha’nın zihni bu mucizeyi kendisi mi yaratmıştı? Ortaya çıkan bu tepkinin hazırlık aşamasında nasıl bir etki yatıyordu?

Her iki şekilde de değişim, gerçekte etki-tepkilerin karmaşık bir bütünlüğünden doğar ve bu değişimin kötü ya da iyi olmasının evrende işleyen sistem için bir anlamı yoktur. Çünkü kötülük ve iyilik, insanın iletişim dilinde belirli anlamların yüklendiği ve bu anlamlara rağmen yine de zamana, ortama ve bireye göre göreceli olan kavramlardır. Orta çağın engizisyon mahkemelerinde yargılanıp yakılan kadınlar, cin çıkartmak için kafatası delgilerle delinip kesilen hastalar, Arabistan’da diri diri toprağa gömülen kız çocukları, Hitler’in Musevi katliamı gibi örneklemeler, hep sözde iyiliği savunanlar tarafından yapılan ve aynı görüşü paylaşan kitleleri ardından sürükleyebilen, oysa çağımızda kötülük olarak nitelendirilen eylemler değil miydi?
Öyleyse iyilik ve kötülük için, hangi zamanda olursa olsun, bakış açısına bağlı olduğu savı geçerli olabilir mi?

Tüm renklerin yan yana sıralandığı daire şeklinde bir tabakayı hızla çevirip karşıdan baktığınızda tek bir renk görürsünüz; “Beyaz”. Aynı tabakayı yavaşça çevirdiğinizde tam renklerin birbirine karıştığı noktada ise sadece “Siyah” görürsünüz. Oysa kullandığınız malzeme ve renkler hiç değişmemiştir.    

Varoluşun sisteminde göreceli kavramlar yoktur. Sistem bir döngü üzerine kurulmuştur ve bu sistemde sadece dönüşüm ve genleşme vardır.

Dönüşüm, termodinamiğin temel yasaları uyarınca var olanın yok olmayacağı ve sistem içinde korunacağı öngörüsüyle, biçim değiştiren maddenin formları ve enerjinin sürekli devinim halinde olduğu bir döngü sistemini kurgular. Bu sistemde karşıtlar iyi veya kötü değil; pozitif veya negatif olarak tanımlanabilirler. Ancak yine dikkat edilirse pozitif ve negatif özelliklerin toplamı bir bütüne işaret eder. Yani madde her iki karşıtı da içinde barındırmasıyla bir arada kalır. Burada Karşıtların birliği bir bütün oluşturur. Tıpkı siyah ve beyazın tüm renklerden oluştuğunu bildiğimiz ve değişken olanın sadece hız olması gibi, burada da değişken olan sadece bütün içindeki kutuplaşmadır.

Albert Einstein’ın, ortaya koyduğu genel görecelik kuramıyla (1915) evrenin durağan olamayacağı sonucuna varması ve bu temelden hareketle, Rus fizikçi Alexandre Friedmann’ın evrenin değişken olduğunu ve en ufak bir etkileşimin genişlemesine veya büzüşmesine yol açtığını ortaya koyması (1922), Belçikalı evren bilimci Georges Lemaitre’ın, evrenin bir başlangıcı olduğunu ve bu başlangıçtan itibaren sürekli genişlediğini öngörmesi ile bu genleşme, bugünkü bilimi, Büyük Patlama “Big Bang” olarak bilinen evrenin tek bir noktadan patlamak suretiyle oluştuğu ve sürekli genişlediği görüşüne odaklamıştır.

Stephen Hawking, “Zamanın Kısa Tarihi” adlı kitabında, genişleme hızındaki dengenin mükemmel bir kurgu olduğunu, “bu hızdaki oran eğer yüz bin milyon kere milyonda bir daha küçük olsaydı, evrenin şimdiki durumuna gelmeden içine çökeceği” teorisi ile ortaya koymuştur.
Bugün ulaşılan kuramın ilk izleri ise asırlar önce farklı dinlerde; Tevrat, İncil ve Kuran-ı Kerim’de de gösterilmiştir. En son Tek Tanrılı dinin kitabı Kuran-ı Kerim’de evrenin genişlemesiyle ilgili bilgi Zariyat Suresi 47. ayetinde mevcuttur: “Biz göğü 'büyük bir kudretle' bina(inşa) ettik ve şüphesiz Biz (onu) genişleticiyiz.„ Evrenin Big Bang kuramına uygun olarak Enbiya Suresi, 3. ayette şöyle anlatılır: “O inkar edenler görmüyorlar mı ki (başlangıçta) göklerle yer birbiriyle bitişikken (kaynaşmışken), biz onları ayırdık (patlayarak çıkmak) ve her canlı şeyi sudan yarattık. Yine de onlar inanmayacaklar mı?”
Evrenin başlangıcı var mı yok mu ya da nasıl geliştiği konusunda birbirinin zıttı olan teoriler de gündeme gelmeye devam etmektedir.

Elizabetha da, maddenin ve enerjinin dönüşümü prensibine uygun olarak çevresinde ola gelen devinimden hem moleküler hem evrensel bazda aynı anda ve farklı boyutlarda etkileniyordu. Her aldığı etkiye boyutlar arası tepki doğuruyor ve çevresel etkisi hem onları hem kendini değiştiriyordu. Hiçbirşey bir saniye öncesi gibi kalamaz. Bir saniye önceki geçmişiniz bulunduğunuz zamanda mevcut değildir. Başka zamanda belki hiç var olmamıştır. Bu bakış açısından hareketle, Zen öğretilerinde anlatıldığı gibi, sadece yaşadığınız an vardır; Geçmiş ve Gelecek yoktur. 
Bu değişim ve dönüşüm esasına göre Elizabetha'nın çevresel aldığı etkilere verdiği zihinsel tepkiler sonucunda bilinç de dönüşüyor ve bilinç altı bu dönüşümden ciddi bir pay alıyordu. Bu öyle bir şekilde oluyordu ki, artık birşeyin bize düşündürüldüğü mü yoksa gerçekten bir dizi olaylar zincirinin mi bu dönüşümü yarattığı ayırdedilemez hale geliyordu. Dolayısıyla Elizabetha, bir mucizeyi (!) kendi kendine ve birden bire gerçek kılıvermiş görünüyordu, hem de zihninin en çarpıcı, en inandırıcı ve ikna edici, en kaçınılmaz senaryosuyla...  


Çevremden ve kendimden kaynaklanan dürtülerle önce seçimlerimi yaparım, sonra kendimi ve çevremi bilinçli-bilinçsiz yollarla bu seçimlere ikna ederim; bu yolda rüyalarımı da ben yaratırım, geleceğimi de.. ki o gelecek şu an yoksa bile, bir an sonra var olacak olan diğer "An"dır.


Bilgi kaynağı Elizabetha'ya sonsuz Teşekkürlerimle..

19 Ocak 2011 Çarşamba

Davranışlarımızı Yönlendiren Güç

Varoluşun doğasında bir değişim gerçeği saklı ise insanoğlunun doğasında da bu gerçeği tetikleyen bir mekanizma bulunmalıdır.
Bu mekanizmanın maddesel anlamda karşılığı “genetik çeşitlilik” iken, bilinçsel anlamda karşılığı “bilinmeyene duyulan merak” tır.
İnsanoğlunun çağlar boyu kendi kendine yönelttiği; “Neden dünyaya geldik?”, “Yaşam gerçekte nedir?”, “Hangi çarkın dişlisiyiz?” gibi sorulara yanıtlar ararken; dinler doğmuş, aileler oluşmuş, toplumlar örgütlenmiş, organizasyonlar kurulmuş, teknoloji doğmuş ve insan gittikçe daha akıllı, daha bilgili olmaya, daha donanımlı bir hayat yaşamaya başlamış; ne var ki merakının sınırları da bir o kadar genişlemiştir.   
İnsan basit bir maddesel yapıdan ibaret değildir. Gerek bilimsel ve gerek dinsel açıdan olsun tüm yaklaşımlar bu konuda hem fikirdir. İnsanın madde ve enerjinin harmanlandığı karmaşık bir yapısı vardır. O nedenle iki misketin birbirine çarpmasıyla oluşan etki ve tepkilerden çok daha karmaşık bir ağ barındırır bünyesinde.
Bildiğimiz bu en gelişmiş canlı organizmanın çeşitli etkilere verdiği tepkiler; reflekse dönüşmüş tepkilerden, en karmaşık olanlarına; bilinçaltına ulaşan etkilere verilen tepkilere kadar çeşitli kademelerde incelenmelidir. Bu nedenle benim için insan deyince en çarpıcı ve karmaşık tepki biçimi insanın bilinçaltından doğan tepkilerde ve belki de bunun en belirgin yansıması olan rüyalarda yatmaktadır.
Rüyalar halen mekanizması ve neden var oldukları tam olarak anlaşılamamakla birlikte, benim kanımca; insan denilen varlığın çeşitli boyutlardan çeşitli anlarda aldığı etkileri, bilinçaltının kendi alfabesi ile yorumlaması ya da başka bir deyişle bir çeşit “tepki” vermesi sonucu oluşurlar.  Bunlar basit etkilere aynadan yansıma şeklinde basit tepkiler olabileceği gibi, insan yapısının algısal kompleksinin bir sonucu olarak insan psikolojisinin değişimiyle sonuçlanan daha karmaşık nitelikte çeşitli yansımalar şeklinde de görülebilir.
Üniversite öncesi öğrencilik hayatımda Türkçe ve Edebiyat derslerinde en zevk aldığım işlemlerden biri; bir metni alıp ne anlama geldiğinin açıklamasını yapmaktı. Özellikle kendimi edebi bir bilmeceyi çözerken bulmak beni hep heyecanlandırmıştır. Elbette bir yaşamın derinliklerinde yatan bilmecenin çözümüyle uğraşmak, çok daha heyecan verici olmalıdır.
Size bu noktada gerçek bir yaşam öyküsünden alıntılar yaparak, evrendeki Varoluşun prensiplerini ve bu prensiplerin biz insanoğlunu nasıl hissettirmeden “değişim, hep ordaymışçasına” sessiz ve derinden etkileyip değiştirdiğine dikkat çekeceğim.

Rüyalarımız gerçek mi?

7 Ocak 2011 Cuma

Varoluşun Doğası “Değişim”

İnsanoğlu, yeryüzüne yayılalı beri, varoluşunun doğasını çözmeye adamıştır kendini. Gördüklerini tanımlamak istemiş, onlara anlamlar yüklemiş ve yüklediği anlamlara inanmış olarak yaşarken, birden onlar hakkında kendini tartışır bulmuş, kendi kendisiyle çelişmiş, yeni anlamların peşine düşmüş, eskilerini yenileriyle değiştirmiş, değişen anlamları yaşamış, derken değişen anlamları tartışır bulmuş kendini. Değişimin peşinden yaşamın anlamını yakalamak üzere koşarken, kendisinin geçmişinden farklı olduğunu görmüş, kendi doğasının kendi değiştirdiklerinin bir sonucu olarak değişime uğradığını fark etmiş ve bütün tanımlarını unutup kendini yeniden tanımlamaya koyulmuş. Yeni tanımlar ışığında gördüklerinin yeterli anlaşılmadığı sonucuna vardığında, onları yeniden tanımlamaya uğraş vermiş. Bir gün ardına dönüp baktığında, ne kendisinin ne çevresinin durağan bir yapı veya tanıma uygun olmadığını fark etmiş; her şey dönüşüp duruyor, hiçbir tanım gerçek yerini bulamıyormuş.
İşte o zaman insan karşılaştırma yapmaya başlamış; çevresiyle çevreyi, kendisiyle çevreyi ve çevreyle kendisini karşılatırmış; görmüş ki değişmeden kalan hiçbir şey yok! Her değişim bir başkasını doğurmuş, her doğan bir başkasını değiştirmiş. Sonuçta tek gerçeklik “değişim” olmuş!
Bir değişimin bir diğerini doğurduğunu, Newton’un başına düşen elma gibi acı verici bir his sayesinde olmazsa da, ilk defa çocukluğumda misketlerle oynanan bir oyunda fark ettim. Sokağa yaydığınız misketler arasından birine diğer misket topluluğuna doğru bir fiske vurduğunuzda, miskete verdiğiniz devinimin diğer misketleri nasıl etkilediğini; onları çil yavrusu gibi sağa sola gelişigüzel nasıl dağıttığını görebilirsiniz. Bir hareket ile bir anda birden fazla hareket doğurdunuz. Birden fazla yapıyı yerinden oynatıp, onları hareketlendirdiniz. Kimi diğerine çarpıp başka hareketler doğurdu. Kimi yerdeki delikten içeri kanala düştü, kimi yokuştan aşağı yuvarlandı, kimi yakında duran bir arabanın altına kaçtı, yuvarlandığı yerde uyumakta olan kediyi irkiltip kaçırdı. Kedi arabanın altından fırlayınca kaldırımdan geçen dalgın teyzenin korkmasına neden oldu, korkan teyze bastonunu kediye doğru savurdu, kedi sopayı yememek için fırlayıp yakındaki ağaca tırmandı, ağacın dallarına tırmanırken ürküttüğü serçeler kanat açıp uçtular, birkaç yaprak kedinin tırnakları arasından kopup yere düştü. Henüz taze yaprakları bulan bir böcek topluluğu onları sırtlanıp yuvalarına taşımanın telaşına düştüler…
Çocukluğumuzda nükteyle karışık söylediğimiz tekerlemelerde aslında çoktan hepimizin keşfine sunulmuş olan; birbiri ardına ola gelen etkileşimler zinciri, bir araştırmacı gözüyle bakıldığında, gerçekte yaşamın nasıl şekillendiğini anlatırlar.
Bir fiskenin, uygun bir ortamda, sonsuza uzanan bir reaksiyon zincirini başlatabilmesi gibi olağanüstü bir gerçeği, şaşırtıcı bir basitliğin verdiği ürkütücü bir çelişkiyle gözler önüne sererler.

Mükemmel olan basit olabilir mi?
...
Beril Gülgener

8 Aralık 2010 Çarşamba

Blog Açılışı

İç kalitemize Işık tutanlardan Yunus Emre'nin,
aşağıdaki dizelerde dediği gibi;

İşbu vücut şehrine
Her dem giresim gelir
İçindeki sultanın
Yüzün göresim gelir
          İşidirem sözünü
          Göremezem yüzünü
          Yüzünü görmekliğe
          Canım veresim gelir
Ol sultan halvetinin
Yedi hücresi vardır
Yedisinden içeri
Cevlan (v)urasım gelir
          Her kapıda bir kişi
          Yüz bin çerisi vardır
          Aşk kılıcın kuşanıp
          Cümle kırasım gelir
Erenlerin sohbeti
Artırır ma'rifeti
Cahilleri sohbetten
Her dem süresim gelir
         Leyla-i Mecnun benem
         Şeyda-yı Rahman benem
         Leyla yüzün görmeğe
         Mecnun olasım gelir
Dost oldu bize mihman
Bunca yıl bunca zaman
Gerçek İsmail'leyin
Kurban olasım gelir
        Miskin Yunus'un nefsi
        Dört tabiat içinde
        Aşk ile can sırrına
        Pinhan varasım gelir